20 Mart Cumartesi günü, Cumhurbaşkanı Recep Tayyip Erdoğan’ın Türkiye’nin kadına yönelik şiddeti önlemek ve bununla mücadele amaçlı uluslararası bir anlaşma olan İstanbul Sözleşmesi’nden geri çekildiği bir kararname yayınlanmasının ardından Türkiye genelinde protestolar patlak verdi. Türkiye’nin sözleşmeden geri çekilmesine öfkelenen binlerce insan ülkenin her yerinde sokaklara döküldü.
Kadın cinayetleri - kadınların cinsiyetleri nedeniyle kasten öldürülmesi - ve aile içi şiddet Türkiye'de yaygın bir sorundur. Sokağa çıkma yasakları ve işsizlik hem kadın cinayetlerinde hem de aile içi istismarda artışa neden olmuştur.
Büyüyen öfkenin en büyük sebebi anlaşmadan daha çok Erdoğan'ın bu anlaşmadan çekilerek göndermek istediği mesaj: Kadınların hayatı korunmayacak ve erkekler kadınları cezasız katletmeye ve istismar etmeye devam edebilecek.
Erdoğan'ın iktidardaki Adalet ve Kalkınma Partisi (AKP) ve diğer çeşitli parti ve kuruluşlar içindeki İslamcılar, anlaşmanın "geleneksel değerleri ve aile yapısını" tehdit ettiğini ve LGBT haklarını desteklediği için "eşcinselliği normalleştirdiğini" söyleyerek geri çekilmesi çağrısında bulunuyorlardı.
Türkiye'nin 2011 yılında imzalayan ilk ülke olduğu anlaşma, hükümetlerin toplumsal cinsiyete dayalı şiddeti önlemek, mağdurları korumak, failleri kovuşturmak ve kadına yönelik şiddeti ortadan kaldırmak için yasalar çıkarmasını gerektiriyor. Hükümetler, farkındalık kampanyaları yürütmek, medyada kadın tasvirlerini iyileştirmek, sığınma evleri sağlamak, iddiaların soruşturulmasını sağlamak ve faillere danışmanlık hizmetleri sunmak gibi tedbirleri uygulamakla yükümlüdür.
Fakat sözleşme, imzalandığı andan itibaren kapitalizmle ters düşmüş durumda. Bu şiddet dolu sistemi altında kadınların şiddete karşı ne kadar korunabileceğine dair sınırlar olduğu gayet açık.
Yılbaşından bu yana en az 116 kadın öldürüldü. Erdoğan'ın çekileceğini açıkladığı günün arifesinde dört kadın öldürüldü. İki gün sonra, 12 saat içinde altı kadın öldürüldü - dördü ilişkilerini bitirmek istedikleri için partnerleri tarafından öldürüldü.
Sözleşmenin imzalandığı 2011’den bu yana kadın cinayetleri iki kattan fazla arttı.
Kadın cinayetleri ve baskı: toplumsal çürümenin bir semptomu
Kadın cinayetlerinin büyük çoğunluğu kadınların polise ihbar ve şikayetlerde bulunmasına rağmen gerçekleşiyor. Sertap Şahin, 2020’de kocası tarafından boğularak öldürülmeden
önce polise 60 kez suç duyurusunda bulunmuştu. Ayşe Tuba Arslan, 2019’da eski kocası tarafından öldürülmeden önce 23 kez suç duyurusunda bulunmuştu. Arslan’ın son dilekçesindeki sözleri: “Bu şahıstan ölüm tehditleri alıyorum. Ben öldükten sonra mı bana yardım edeceksiniz?”
Kadın cinayetleri düzenli olarak intihar olarak sınıflandırılmakta ve dosyalar polis tarafından kapatılmaktadır. 23 yaşındaki Şule Çet, iki erkek -eski patronu ve eski patronunun arkadaşı -tarafından tecavüze uğramış ve 20’nci kattan aşağı atılmıştı. Davası bir cinayet olarak değerlendirildi ve ancak aktivistlerin aylarca süren baskısının ardından yeniden açıldı. Dava altı ay sürdü ve sonunda faillerin mahkum edilmesini sağlayan, adliye önünde düzenli olarak yapılan gösterilerin varlığı oldu.
Bir başka vakada, Diyarbakır'da 35 yaşındaki Ayten Kaya adlı kadın evinde asılı halde bulundu. Polis ölümünün intihar olduğuna karar verdi ve dosyayı kapattı. Ayten'in ailesi kocası tarafından öldürüldüğünü söylüyor. Cesedi morluklarla kaplı olarak bulundu ve otopsi sonuçları ölüm zamanını kocasının eve son ziyaretiyle eşleştirmesine rağmen polis davayı yeniden açmayı reddetti. Ayten'in ölümünden bu yana benzer başka vakalar da yaşandı ve polis bunları soruşturmayı yine reddetti.
Bu vakalar sadece haberlerde gördüklerimiz. Türkiye’de her gün bir kadın öldürülüyor. Sage Journals tarafından düzenlenen bir rapor Türkiye’deki 15 ve 60 yaş arasındaki kadınların %42’sinin şimdiki veya eski partnerleri tarafından cinsel veya fiziksel şiddete uğradığını ortaya koydu. Dünya Sağlık Örgütü’ne göreyse, Türkiye’deki kadınların %38’i hayatlarında en az bir kez partnerleri tarafından şiddete maruz kalıyor. Kadına karşı şiddet evde, sokakta ve işyerinde yaşanıyor. Kadın cinayetleri, kadına karşı şiddet ve cinsel taciz o kadar yaygın hale gelmiş durumda ki neredeyse ‘doğal’ olarak görülüyor, ama bu fikir gerçeklerden oldukça uzak.
Kadına yönelik şiddet, kadının ezilmesi, her zaman var olmamıştır, ancak sınıflı toplumun bir ürünüdür. Toplum sınıflara bölündüğünden beri, binlerce yıldır, kadınlar boyun eğdirilmiş ve ev kölelerine indirgenmiştir. Sınıflı toplumda kadınlara biçilen toplumsal rol, erkeklere olan zorunlu bağımlılıkları ve ekonomik boyunduruklarını yansıtan aşağılıklarına ilişkin kültürel görüşler, kadınları en acımasız istismarlara karşı savunmasız hale getirmiştir.
Kapitalizm altında, dünyanın büyük bir bölümünde kadınlar artan sayılarda işgücüne katılmıştır. Bu, kadınları izolasyondan çıkarıp kamusal hayata ve sınıf mücadelesine çektiği ölçüde ilerici bir gelişmeydi. Bununla birlikte, bu durum her zaman işçi sınıfı kadınlarının iki kat ezildiği anlamına gelmiştir: hem ücretli emekçiler olarak, hemde ev içi emeğin büyük kısmının omuzlarına yüklenmeye devam etmesi.
Istihdam alaninda, kapitalistler kadınlara daha düşük ücretler ve çalışma koşulları dayatmaktadır. Bunları tüm işçi sınıfının ücret ve koşulları üzerinde aşağı doğru bir baskı unsuru olarak kullanmaktadır. Kapitalizm kadınları toplumsal üretimin içine çekmiş olsa da, onların asıl rollerinin evde olduğunu - evde çocuk yetiştirmek ve ailelerine bakmak - fikrini teşvik etmek zorundadir.
Kadınların ezilmesi kapitalistler için son derece kârlıdır. Egemen sınıf cinsiyetçiliği bir bölünme aracı olarak kullanmakta, cinsiyetçi tutumların yayılmasına güvenerek işçileri bölünmüş halde tutmakta ve böylece iktidarlarını sürdürmektedir. Eski Başbakan Yardımcısı Mehmet Şimşek gibi bazı burjuva politikacılar, kapitalizm altında işçilerin çektiği acıların suçunu doğrudan işçi kadınlara bile attılar: "İşsizlik oranımızın yüksek olmasının nedeni kadınların da iş arıyor olmasıdır".
Birleşmiş Milletler'e göre "dünyanın hiçbir bölgesi, hiçbir ülkesi ve hiçbir kültürü kadınların şiddetten özgürlüğünü güvence altına alınmış degildir”. Dünya genelinde kadınların ve kız çocuklarının üçte biri yakın bir partner tarafından fiziksel veya cinsel saldırıya maruz kalmıştır. Yine BM araştırması, dünyadaki hiçbir ülkenin, cinsiyetler arası ücret farkını kapatamadığını ortaya koymaktadır.
DİSK’in yakın zamandaki bir raporuna göre, Türkiye’de kadınlar ortalama olarak erkeklerden 3'te 1 oranında daha az para kazanıyor. Nüfusun yarısı kadınlardan oluşuyor, ama kadınların işgücüne katılımı yalnızca %34,5. Çalışan kadınların neredeyse yarısı, %40’ı, evlendikten veya çocuk sahibi olduktan sonra işlerini bırakıyor ve bu kadınların %60’ı bu kararlarından mutsuz olduklarını belirtiyor. Çocuk bakımına yetersiz erişim yalnızca çocukların gelişimine değil, işçi kadınların ekonomik özgürlüğüne karşı da bir engel teşkil ediyor. Bu ekonomik eşitsizlik kadınları şiddete karşı savunmasız bırakmaya devam etmektedir.
Toplumsal cinsiyet rolleri ve stereotiplerine ilişkin kültürel ve sosyal normlar da kadına yönelik şiddeti arttırmaktadır. Namus, Türkiye’de erkeğin onuru anlamına gelen bir kelimedir ve kadın üzerinden tanımlanır. Erkeklere namuslarını "korumalarını ve savunmalarını " öğretirler. Türkiye'de haftada en az bir kadın cinayetinin namus cinayeti olduğu tahmin edilmektedir - ailesine ya da partnerine "utanç" getiren bir kadının öldürülmesi. Kadın genellikle erkek kardeşi ya da babası tarafından öldürülmektedir. Kapitalizm altında kadınlara biçilen toplumsal rol nedeniyle, egemen sınıf kadınların cinsel özgürlüğünü büyük ölçüde kısıtlayarak onları eve ve çocuk yetiştirmeye mahkum ediyor. Bu yüzden ki Erdoğan, çocuk sahibi olmayan kadınların “eksik ve yarım”, kadın-erkek eşitliğinin “fıtrata ters” olduğunu savunuyor.
Kültürel olarak erkek çocuklara, erkekliğin kadınlar üzerinde ekonomik ve fiziksel güce sahip olmak olarak tanımlandığı öğretilmektedir. Ne var ki, toplumsal bilince işlemiş, erkeğin evin “ekmek teknesi” olduğu kaidesi kapitalizm altında gitgide daha da imkansızlaşıyor. Bu sistem altında günlük hayatın baskıları bu gerilimi artırmakla kalmayıp, erkekleri, hayatları üzerinde bir kontrol duygusu hissedebilmek adına, şiddet kullanmaya itebiliyor.
Bu kadın cinayetlerinin birçoğu kapitalizm altında gündelik yaşamın baskılarıyla doğrudan bağlantılıdır ve bu baskı derinleşen ekonomik krizle birlikte daha da artmıştır.
COVID-19 salgını tüm dünyada kadınları orantısız bir şekilde etkiledi ve sınıf mücadelesiyle elde edilmiş onlaraca yıllık reformlar şimdi tehdit altında. Türkiye'de kadınların işgücüne katılımı son bir yılda yüzde 8'den fazla düşerek kadınları 20 yıl geriye götürdü. Kadınlar arasındaki işsizlik oranı şu anda yüzde 45,3'tür. Kadınlar işgücünün dışına itildikçe, istismarcı eşlerle birlikte kapana kısıldıkları evlere itildiler.
Türkiye'nin önde gelen kadın sığınma evlerinden Mor Çatı, 2019 yılında 944 olan yardım hattı çağrılarının geçtiğimiz yıl 2.300'e yükseldiğini bildirdi. Pandeminin ilk ayında kadına yönelik şiddet yaklaşık yüzde 28’e fırladı. Nüfusu 80 milyonu aşkın Türkiye’de sadece 144 sığınma evi mevcut.Bu sığınma evleri talebi karşılayamıyor ve müracaat eden kadınların pek çoğu geri çevriliyor. Kırsal bölgelerdeki kadınlar ise bu sığınma evlerine hiç erişemiyor.
Neden şimdi?
Peki Erdoğan neden şimdi, Türkiye’de kadınların eşi benzeri görülmemiş zorluklarla karşı karşıya olduğu bir dönemde, İstanbul Sözleşmesi’nden çekilmeye karar verdi? Gerçekte, bu durum Erdoğan’ın kendisinin ve rejiminin ne kadar izole hale geldiğini yansıtıyor.
Pandeminin tetiklediği küresel ekonomik kriz, son birkaç yıldır yüksek enflasyon, değer kaybeden para birimi ve artan borçlarla boğuşan Türkiye ekonomisini daha da krize sürükledi. Enflasyon şu anda yüzde 16'yı aşmış durumda. İşsizlik oranı yüzde 30'un üzerinde seyrediyor ve Türk Lirası sadece geçtiğimiz yıl ABD doları karşısında beşte bir oranında değer kaybetti. Hayat pahalılığı hızla artıyor ve milyonlarca kişi temel ihtiyaç maddelerini satın almakta zorlanıyor, açlık ve yoksullukla karşı karşıya kalmış durumda.
Bu ekonomik kriz son birkaç yıldır Erdoğan'ı tabanından giderek daha fazla soyutladı ve seçim kayıplarına yol açtı. Kriz derinleştikçe, Erdoğan kendini içinde bulduğu bu izolasyondan kurtarıp iktidarda kalabilmek adına, en gerici kesimler de dahil olmak üzere toplumun her kesiminden çaresizce destek almaya çalışıyor. Milliyetçi bir çizgide toplumda bölünmeleri körükleyip, şimdi de Kürt yanlısı HDP’nin kapatılmasına önayak olmaya yelteniyor. Aynı zamanda dini hatlarda da bölünmeleri teşvik ediyor ve İslamcıları da arkasında toplamak için, "aile değerleri" konusundaki yaygaraları da dahil olmak üzere gerici taleplerine boyun eğiyor - bu nedenle İstanbul Sözleşmesi'nden çekildi.
Kapitalist sistem her krize girdiğinde, krizin yükü daha da ağır bir şekilde kadınların ve diğer marjinalleştirilmiş katmanların sırtına yüklenir.
Egemen sınıf, işçi sınıfının tamamını baskı altında tutabilmek ve hükmetmek için işçi sınıfının içerisindeki her tür bölünmeyi teşvik etmeye ihtiyaç duyar. Cinsiyetçiliği ve diğer ayrımcılık türlerini körükleyerek işçi sınıfının ortak ezenlerine karşı birleşmesini engeller, aynı zamanda ücretleri de aşağı çeker. Kapitalizmin, çoğunluğu içinde yaşamaya zorladığı insanlıktan çıkaran koşullar hepimizi etkiler. İnsan ilişkilerini, birbirimize karşı bakış açımızı çarpıtır, erkeklerin kadınlara karşı tutum ve davranış biçimlerini çarpıttığı gibi.
Şiddet, sadece eğitimle yok edilemez. Kültürel inançları, toplumsal görüşleri ve medyanın kadın tasvirlerini hedef almak tek başına kadına yönelik şiddeti ortadan kaldıramaz. İşçileri cinsiyet, cinsel yönelim, ırk vb. temelinde bölen maddi koşullar, kapitalizm var olduğu sürece var olacaktır. Nihayetinde, belirli bir toplumdaki sosyal ilişkileri belirleyen ekonomik sistemdir.
Kapitalizm insan ihtiyaçları için değil, kâr için işletilen bir sistemdir. Kadın ve erkek arasında gerçek eşitliği tesis etmek için gereken materyal koşulları sağlayamaz. Kadına karşı şiddeti yok etme mücadelesi ve kadınların özgürlüğü, sosyalizm mücadelesinden - yani planlı ve insan ihtiyacı doğrultusunda işleyen sınıfsız bir düzen mücadelesinden ayrı tutulamaz.
Sosyalist bir üretim planı, kadının materyal anlamda özgürlüğe kavuşmasının temelini atacaktır. Tam istihdam, eşit işe eşit ücret, kadınlara istismar içeren ilişkilerinden ayrılıp bağımsız olabilecekleri ekonomik özgürlüğü temin edecektir. Eşit ve iyi ücretli annelik ve babalık izinleriyle çocuk bakma yükü orantısızca kadınların sırtına yüklenmeyi bırakacak ve devlet tarafından sağlanan evrensel çocuk bakım evleri, annelerin eğitim ya da kariyerlerine devam etmelerine karşı engelleri ortadan kaldıracaktır. Erkekler ve kadınlar toplumun işleyişine tamamen eşit olarak katılacaktır.
Bunlar, kadınlarla erkekler arasında gerçek bir eşitliğin materyal temelini oluşturacak ve kadınları tarihsel olarak şiddete açık hale getiren faktörleri ortadan kaldıracak koşullardır. Bu, kadınların yaşadığı baskının sosyalist devrimin ertesi günü ortadan kalkacağı anlamına gelmez. Kadınların ezilmişliği binlerce yıldır varlığını sürdürmektedir, dolayısıyla çok köklüdür. Ama materyal temelini sildiğimiz noktada, bu önyargılar, doğurdukları şiddetle beraber, yitip gidecek.
Kapitalistlerin çıkarlarına hizmet etmek için var olan polise bizi koruması için güvenemeyiz ve egemen sınıfın mahkemelerine bize adalet sağlaması için güvenemeyiz. Kadına karşı şiddetle baş etmenin tek yolu, aşağıdan kolektif örgütlenmedir. Öğrenci ve sendika hareketleri adalet yerini buluncaya kadar mücadele etmeye ve örgütlenmeye devam etmeli. Bu tüm işçilerin, kadınların ve erkeklerin birliğini gerektiriyor. Tüm cinsiyetlerden öğrenciler ve işçiler kapitalizm altında ezilmektedir ve tüm baskıyı sona erdirmek için mücadelelerinin sınıf temelinde birbirine bağlanması gerekmektedir. İşçi sınıfı, reformlar ve gelişim uğruna mücadele ederek ve geçmişin alın teriyle kazanımlarını savunarak sınıf bilincine ulaşır ve bu bilinci geliştirir. İşçi sınıfı, yine sınıf mücadelesi üzerinden kadınlara ve kadınların toplumdaki yerine dair önyargılar da dahil olmak üzere bütün önyargılarından kurtulur.
Talep etmemiz ve uğruna savaşmamız gereken pek çok reform var: kadınların şiddetten korunması; cinsel tacize, istismara ve aile içi şiddete karşı tedbir ve eylemler; ücretsiz çocuk bakımı; eşit işe eşit ücret; herkes için bir iş ve bir ev; kadınların ve işçi sınıfının hayatını iyileştirecek diğer tüm talepler.
Ancak, kapitalizm altında reformların her zaman, özellikle de kriz dönemlerinde kısmi ve geçici olduğunu anlamalıyız. Kadınlara yönelik baskıyı ve her türlü şiddet ve sömürüyü ortadan kaldırmak için sınıf baskısını ortadan kaldırmalıyız. İşçi sınıfı, çoğunluğun bir azınlık tarafından sömürüldüğü ve tahakküm altına alındığı kapitalizmi yıkmalı ve sınıfsız bir toplumun temellerini atmalıdır.
Üretim araçlarının kolektif olarak sahiplenildiği ve demokratik bir şekilde, tüm ihtiyaçlarımızı karşılamak doğrultusunda işletildiği bir toplum hayal edin. Kadınları ve erkekleri, maddi şeyler uğruna içine düştükleri, insan ilişkilerini çarpıtıp indirgeyen, onur kırıcı bu rekabetten serbest kıldığımızda, insanlar arasında gerçek ilişkilerin kurulabileceği toplumsal koşulları yaratabiliriz. Ancak o zaman kadınlar ve erkekler arasındaki ilişki, hakiki bir eşitlik temelinde filizlenebilir.